Ön Not: Emre Karacaoğlu ve Mert Yıldız'ın Opeth ve "Watershed" albümü incelemesi yaptığı 1 Ağustos 2024 tarihli programın altında okuduğum bir yorumdur. (Editör)
***
Merhaba,
Türkçe bir içerikten hiç beklemeyeceğim ayrıntılara değinilmesi beni çok şaşırttı, sizi kutlarım. Hele hele Scott Walker’dan bu denli konuşulması.. Biraz uzun bir yorum olacak.
Dinozor bir proghead olarak en sevdiğim ve döne döne dinlediğim iki Opeth albümü vardır: Still Life ve Watershed; bu çakışma zaten videonun başında beni cezbetti, video tarafından çağrıştırılan her iki Opus Magnum’a ilişkin görüşlerimi yazmak istedim.
STİLL LİFE (Songs of Innocence)
Şakıyan kuğunun ilk şarkısı
[En sevdiğim Pat Metheny albümü, en sevdiklerimden olmayan Van der Graaf Generator albümü, bilmediğim başka albümler, ama her şeyden önce dilimizde “natürmort/ölüdoğa” olarak da bilinen resim türü: nature morte]
Still Life’ın önceki albümlerden ve Steven Wilson’ın dahil olduğu sonraki 3 albümden de ayrıldığını düşündüğüm ve Emre Bey’in de değindiği bir özelliği var, kavramsal bütünlük. Emre Bey, lirikler ve öyküsel anlatımın bütünlüğü özelinde bunu vurgulasa da, müzikal bir bütünlük hatta albüme yayılan bir armonik tekdüzelik de söz konusu burada bence. Elbette klasik Opeth formülü içindeki sert-yumuşak çevrimlerinin yarattığı kontrast bu tekdüzeliği taşıyan en önemli etken.
[Aslında barok dönemden beri bilinen concerto grosso ve klasik dönemdeki sonata formlarından tanıdığımız kontrast yaratma yönteminin bir çeşitlemesi popüler müzik içerisinde türlü yollarla denenmiştir. Hızlı bir parçanın ardına bir ballad koyarsın, albümün temposunda çeşitleme yaparsın. Klasik prog’un tastamam ilk örneğine bakın. In the Court of the Crimson King’de bu tempo ayarlamasını (burada yalnızca tempo değil birçok janrın da peşpeşe ayarlanması ve bir alaşım içinde eritilmesi söz konusu elbette) çok net görürsünüz. Bir albümün, bütününde bir klasik müzik yapıtı gibi kurgulanması sanıyorum gerçekten ilk kez prog ile birlikte ortaya çıktı. Öncesi dönemdeki en devrimci örneklerde (Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band, Pet Sounds, Freak Out!) dahi, parçaların albümün bütünü içerisinde organik olarak erimesi ve ona hizmet etmesi yönünde bir kurgu sezilmez. Elbette popüler müzik içerisinde böyle klasik bir ölçütün aranması gerekli midir sorusu her zaman sorulabilir. Ancak bu ölçüt yaklaşık olarak 1969-1975 arasında ciddi ciddi arandı ve buna cevap veren prog grupları (prog alegorisi yaptığını iddia eden Jethro Tull dahil) tıkabasa dolu spor salonlarına konserler verdiler. (Hoş, eskiden bir şair, Yevtuşenko, stadyumlara şiir de okuyabiliyordu)]
Yumuşak-sert (piano-forte) geçişleri yalnızca tempo ile değil, aynı zamanda vokal kipindeki değişim ile (temiz-böğürük) ve gitar kipindeki değişim ile (clean-distortion) destekleyerek kontrastın altını çizmek de bir başka görece yenilik olsa gerek. Ancak videoda değinildiği gibi Edge of Sanity’nin bence berbat Crimson albümünde bu yol açılmıştı. Edge of Sanity ve Opeth soundunda genellikle death ile folk arasındaki geçiş gibi formüle edilse de Still Life’tan önceki tüm albümlerde bence eksik olan iki özellik var:
Birincisi: pianolarda (çalgıdan söz etmiyorum) davul ve basta kendini belli eden caz soundu. Still Life’ta ilk kez piano bölümleri forte bölümlerine göre gerçekten türsel (janr) olarak da ayrışıyor. Farfalla’nın ve perdesiz basın varlığına rağmen önceki albümlerde pianolar otantik bir caz soundu veremiyordu diye kalmış aklımda, gerçi bu albümleri dinleyeli çok oldu . (Buna karşın Florida sahnesinde, Atheist ve Death’in (Individual Thought Patterns) albümlerinde perdesiz basın başarılı kullanımı çok etkili diye düşünüyorum.)
İkincisi: Still Life’ı kendinden önceki ve sonraki albümlerden ayıran en önemli yönü melodik zenginliği. Miles Davis’in de en çok dikkat çektiği müzik öğesi olan sağlam bir ezgi çok şeydir. Onun çeşitlemeleri/modülasyonları aslında yine klasik dönemden bildiğimiz tema-çeşitleme geleneğini getirmiştir. Still Life’tan önceki albümlerde bence bu bakımdan bir kabızlık söz konusu. Blackwater Park da ezgiler bakımından oldukça zengin olsa da Still Life’ın kavramsal bütünlüğüne sahip olmaması nedeniyle damakta bıraktığı lezzet biraz daha az oluyor.
WATERSHED (Songs of Experience)
Böğüren kuğunun son şarkısı.
Åkerfeldt’in, bu albümü kendi yaşamsal dönüm çizgisine denk olarak gırtlağının işlevsellğinin dönüm noktasına denk getirmesi büyük uzdillilik. Gerçekten de bu albümden sonra hiçbir zaman böğürmesine o denli güvenemeyeceğini biliyordu. Tarihte çoğu başyapıt böylesi Rubicon sınır çizgilerinin getirdiği kısıtlardan doğmuştur.
Bu albümdeki ek çalgı ve orkestrasyona da vurgu yapılması gerek. Klasik prog döneminde özellikle Moody Blues’un kusursuz ‘Days of Future Passed’i ile amblematik olarak gündeme giren klasik orkestra kullanımı çok denenmiş ve çoğunlukla olumsuz sonuç vermiştir. Bence tarihteki en ilginç bireşimleri Jan Dukes de Grey’in Mice And Rats In The Loft ve Motorpsycho’nun The Death Defying Unicorn albümleridir. Ancak metal söz konusu olduğunda çok daha büyük bir zorluk ortaya çıkıyor. Distortion kullanımlı gitarların tamamen akustik ortamda kaydedilmesi gereken yaylılar ve üflemelilerle birlikte kaydedilip stüdyoda başarılı bir şekilde mikslenmesi sorunu. Dream Theater’ın Octavarium’u fena değil, ancak bu alanda da en sevdiğim ve bence Watershed’e de başka bir anlamda önayak olduğunu düşündüğüm albüm Pain of Salvation’un BE albümü. Hem BE’de hem Watershed’de daha önce hiç karşılaşmadığım şekilde bir obua kullanımı var. Tahta nefesliler aslında Canterbury, Folk ve Rock in Opposition alttürlerinde 70’li ve 80’li yıllarda sıklıkla kullanılmış çalgılar ancak bunun metale katılması oldukça yeni sayılabilir.
Watershed’in mimari kurgusu gerçekten de avangardın sınırında gezen ancak yine de klasik metal dinleyicisinin de hoşlanabileceği ölçüde tasarlanmış gibidir. Bu bakımdan Emre Bey’in söz ettiiği bir Maudlin of The Well ya da Kayo Dot ile bence aynı kefeye konamaz. Bu son söz edilenler Experimental Death Metal altında toplanabilecek gruplar. Gorguts her ne kadar eski bir grup olsa da yine buraya dahil edilebilir gibi geliyor. Opeth hiçbir zaman klasik formülünü böyle bir deneyselliğe yeğlemedi. Watershed’de yani en avangard denen albümlerinde bile bir bestseller reaction (‘bestreactor?) blues şarkısı (Burden) bulunduruyorlar.
‘Lotus Eater’ şarkısındaki uyuşturucu temasından söz edildi, daha sonradan birçok kez işlenmesine rağmen en önemli kaynağı olan Homeros’un Odysseus’una göndermedir. Odysseus, Bölüm 9 λωτοφάγοι (“Lotus Yiyenler”)
Şimdilik bu kadar. Yorumu sonradan düzenlerim belki.
Sarp Tekin
2024